MUSTAFA SANDAL ŞEBNEM ÖZCAN'A KONUŞTU: KARIM PENELOPE CRUZ'DAN DAHA GÜZEL

O SES TÜRKİYE YARIŞMASININ JÜRİ ÜYESİ, ÜNLÜ ŞARKICI MUSTAFA SANDAL KARISINI NEDEN ÇOK SEVDİĞİNİ, ÇOCUKLARINI VE HAKKINDA MERAK EDİLEN HER ŞEYİ SAMİMİYETLE ANLATTI.

RÖPORTAJ: ŞEBNEM ÖZCAN
GİRİŞ
O, şarkıları ve şarkıcılığıyla olduğu kadar oyunculuğuyla, reklam filmleriyle, ekrandaki jüri üyeliğiyle de konuşulan
bir isim. Aynı zamanda iyi bir eş ve iyi bir baba… Mustafa Sandal’la işini, ailesini ve hayatı konuştuk. Şebnem ÖZCAN…

-Emina Sandal ile 2008 yılının Ocak ayında evlendiniz. Evlilik ve baba olmak sizde en çok neyi değiştirdi?
Bütün hayatı yaşayış şeklim tamamen değişti. Evlilik kendi içinde çok hassas bir müessese… Onun hakkını da vermek benim önceliğim oldu tabii ki. O dengeyi kurmak, o temeli sağlamak için konsantrasyonumu oraya çevirdim. Allah’a şükür, mutlu ve huzurlu bir evliliğim var. İki tane dünya güzeli evladımız  var. Ve bütün bu dengelerin içinde aynı zamanda kariyerimi, insanlarla kurduğum ilişkiyi daha da yücelterek yürütmeye devam ediyorum. Bütün bunları yaparken çok dingin, çok farkında olman gerekiyor. Bütün olay, arada doğru dengeleri kurup hayatın içerisinde güzelce akabilmek…
-Karınız sizin aşkınızın peşinden geldi. Kariyerini ve arkadaşlarını geride bırakıp sizi tercih etti, peki bu ilişkide siz ne gibi fedakarlıklar yaptınız?
İnsan aşık olunca, sevince ve sevdiğine inanıp sevdiğiyle birlikte bir hayat kurma fikrine inandığı zaman hiçbir şey fedakarlık gibi gelmiyor. Dolayısıyla ben hayatımda şundan fedakarlık ettim, bundan fedakarlık ettim diye bir cümle kuramam. Ama zaman zaman belki yapmak istediğim bir şey oldu da evliliğimden ötürü onu yapmadım, yok yok öyle de bir şey olmadı. Emina Hanım da mesleki hayatına Sırbistan’da tam gaz devam etti ama burada da bazı çalışmaları oldu. O yüzden fedakarlık gibi bir algı olmadı bizim için.
-Eşinizin ilk etapta neyine vuruldunuz?
Kalbinin güzelliğine vuruldum. Yüzündeki  tebessümün, gözünün içindeki tebessümün kalbinin bir yansıması olduğunu gördüm. Ve benim için o ruhun güzelliği insanın gözlerinin içine mutlaka vuruyor. Oradan yansıyor. O enerji orada fışkırıyor. O fışkırmasına vuruldum yani.
-Emina Hanımın en beğendiğiniz yeri neresi?
Ben her yerinden çok memnunum. Şikayet ettiğim bir yanı yok yani. Bana göre tamamdır.
-Eşinizi Penelope Cruz’a benzetiyorlar siz bu konuda ne diyeceksiniz?
Bir kere Penelope Cruz’dan daha hoş olduğunu düşünüyorum. Penelope Cruz’la Paris’te bir kafede yan yana masalarda oturduk. O esnada onu da görmüş oldum. Dış görünüş olarak, Emina’nın ondan çok daha hoş olduğunu düşünüyorum. İçsel olarak, Penelope da çok kıymetli bir oyuncu, sinemadan gördüğümüz kadarıyla çok yetenekli bir oyuncu ama benim karım benim hayatımın starı…
-Peki, babalık nasıl bir duygu?
İnsanın kalbini genişleten, ruhunu yücelten, insanın ayaklarını yere basan ve insanı olgunlaştıran besleyen, bir erkeğin hayatla ilişkisini sağlamlaştıran bir şey.
-İlk baba olduğunuzda neler hissettiniz?
Çok yoğun bir duygu, kasırga gibi insanın üstüne geliyor.
Ve bayağı bir süre sersemlik yaşamıştım. Ama şunun da farkındaydım iyi bir baba olacağımın, iyi bir baba adayı olacağımın, elimde geldiği kadar konsantre dikkatli bir baba olacağımı düşünüyordum. Böyle bir baba olduğumu düşünüyorum. Babalık görevini yerine getirirken pas geçeceğim bir şey yok. Babalık da es geçeceğin bir durum değil. O kadar küçük bir detayı es geçebilirsin ki ilerde bir gün, çok ilerde bir gün o ufacık bir detay çok büyük bir değişikliğe sebep olabilir.
Bunların farkındaysan her detaya dikkatlice dokunuyorsundur.
-Peki ikinci kez baba olacağınızı öğrendiğinizde neler hissettiniz? İlkinden farklı mı oldu?
Yaman’a hep bir kardeş istiyordum. Çünkü ben tek çocuğum. İkinci kez baba olduğumu duyduğumda da çok mutlu oldum. ‘Allah gönlüme göre verdi.’ dedim ve Allah’ıma şükrettim. İkinci kez baba olduğunuz zaman daha rahat, daha sakinsin. O paniklerin kalmıyor. Yaman ağladığında saatte yüz kilometre hızla odasına doğru koşardım. Şimdi Yavuz ‘ıkkk’ dediği zaman, ‘Biraz daha ağlasın, daha güzel meme emer’ diyorum. Ama gösterdiğin hassasiyet hiç fark etmiyor, ikisinde de aynı…
-Çocuklarına isim koyarken nelere dikkat ettiniz. Yaman ve Yavuz ne anlama geliyor?
Adı çok yakıştı Yaman’a… İkinci bir çocuk olduğunda “Yaa ne koyacağız şimdi ikincisine. Bu kadar yakışan bir isim ne olabilir? O olmaz, bu olmaz” dedik. Aradan geçti 9 ay. Doğuma kaldı üç beş gün. Benim aklımda ‘Yavuz’ ismi vardı. Sonra internete girdim. ‘Yavuz isminin anlamı’ yazdım google’a. Google da çıkan cevap da ‘Yaman’ idi. Tamam, işte bu dedim. Böyle oldu Yavuz’un ismi…
-Kariyeriniz boyunca egonuza yenik düştüğünüz oldu mu hiç?
Mutlaka olmuştur. Bir kere konserin başında sahneye çıkıp kırk saniye hareketsiz kalmak bile o anda egonu tatmin ediyor. Herkes o sırada, “Mustafa, Mustafa” diye bağırırken 40 saniye hareketsiz kaldığımız anlarda bile, o ufacık an bile egomuza yenik düştüğümüz bir andır. Hep yaşayarak, pişerek, tecrübelenerek, hayatta anlayarak, özellikle baba olduktan sonra bir de yaşla birlikte olgunlaşıyorsun. Allah bütün herkese güzel pişmeyi nasip etsin. Bu bence çok önemli… Hayattan öğrendiklerinle, hayattan algıladıklarınla fark ettiklerini harmanlamak lazım... Bunu beceremezsen o tortular zaman ilerledikçe çoğalır.
-Siz o dönemi nasıl atlattınız?
Bu bir anda olan bir şey değil. Zamanla birlikte yaşıyorsun. Yaşadıkça, yaşadıklarını analiz ediyorsun. Yaşadıklarını değerlendiriyorsun. Bunun üstüne aileni kuruyorsun, baba oluyorsun, yaşamaya devam ediyorsun ve bütün bunların hepsinde koca kozmozdaki yerinle ve bütün bu kurgunun içindeki yerinle alakalı bir doğuma şahit olduktan sonra, bir bebeğin bir şeyi ilk defa kavrayabildiği anı fark edip, oradaki mucizeyi kavradıktan sonra hayatın içindeki kazançlarımızı maddi ya da mesleki, aslında o büyük kurgunun içinde ufacık bir yerinin bile olmadığını fark ediyorsun. Bunların hepsini bir araya getirdiğin zaman kendin açından sonuçlar çıkartıyorsun.
-Peki oyunculuk egoyu kabul ediyor mu?
Oyunculuk bambaşka bir şey… O da o bahsettiğim tortulardan kurtulmamı sağladı. Orada bir sürü faktör bir amaca hizmet ediyor. O amaçta, o hizmetin sonuçlarına görmende zaman gerekiyor. Yani biz sahneye çıkıyoruz, şarkımızı söylüyoruz, alkışı alıyoruz, doluyoruz doluyoruz, sonra tak bir sonraki şarkı… Çok ani yaşıyoruz. Bir film setinde, bir dizi setinde böyle değil olay. Takım oyunu bir kere… Şarkıcılık çok bireysel bir oyun. Oyunculukta, yönetmeninden oyuncusuna, teknik ekibe kadar herkes bir arada… Yapman gerekeni yapıyorsun bir netice gelmiyor o anda. Hani o an içinde yaşadığın performansın başarısının haricinde bir netice gelmiyor. Aniden ve hızlı egona hizmet eden bir durum yok. Sindirebiliyorsun. Sindirdiğin için de çok daha sağlıklı bir ortam. Şarkıcılıkta öyle değil, alkışlar koparken, hop diğer şarkıdasın. Hiçbirini hazmedemeden oradan ayrılıyorsun. Ben oyunculuk sayesinde egolarımdan kurtuldum.
-Müziğe ara vermeyi hiç düşündünüz mü?
Zaten orada bir yorgunluğum, yoğunluğum oldu. Onu hissettiğim an kendimi oyunculuğa kanalize ettim. Müziği özlemem gerektiğini hissettim. Toplumca bir şeyi özleme duygusunu kaybettik ya. Hiçbir şeyi özlemiyoruz artık. Bence çok arıza bir durum bu... Bir şeyi özlemek, özlem duymak, o gitti hayatımızdan. Dolayısıyla ruhumuz gitgide sığ sulara çekiliyor. ‘Organik’ albümüme kadar bu böyleydi.
-Müzik için yurt dışındaki üniversite eğitimini yarıda bırakıp gelmiş bir kişi olarak, “Müzik mi çocuklarınız mı?” diye sorsam?
Dünya bir yana evlatlarım bir yana… Onlar için her şeyi yaparım. Onların huzurunun, sağlığının, neşesinin, mutluluğunun yanında her şeyi her an silebilirim… Hiçbir şeyi gözüm görmez.
-Sürekli gülümseyen ve pozitif enerji yayan bir duruşunuz var. Normal hayattaki Mustafa Sandal böyle bir adam mıdır?
Ben hayata pozitif bakmayı seven, bardağın hep dolu yanını fark etmeye çalışan bir ruh halindeyim. Etrafımdaki herkese şunu söylüyorum, karşımıza bir problem çıktı bir problemimiz var. İlk düşüneceğimiz şey şu, eğer bu problemin bir çözümü varsa bir yerlerde, kendini hiç üzmeye değmez. O çözüme ulaşmak için elimizden geleni yaparız. Eğer o problemin bir çözümü yoksa oturup halimize üzülürüz. Formül bu kadar sade…
-Ülkemizde şöyle bir algı var, bir şarkıcı ne kadar çok bağırıyorsa o kadar iyi şarkı söylüyor sanılıyor. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?
Doğru bu. Biz de böyle bir hipnoza girmişiz sanki. Biri şarkı söylüyor düşünün, bağırdığı anda bir alkış kopar. Teknik nedir, o notaların hakkını verebiliyor mu, yorumun hakkını verebiliyor mu, o yorumun kalitesi nedir gibi soruların cevabını beklemeden bağırdığı anda alkışlıyoruz. Bu asla doğru değildir. “Budur” dersek Eric Clapton gibi bir adamın olmaması lazım. Eric Clapton neredeyse mırıldanarak şarkı söyler ama öyle bir şarkı söyler ki öyle bir tenine dokunur ki tüyleriniz diken diken olur.
-Siz de şarkı söylerken aynı şeye dikkat ediyorsunuz değil mi?
Benim için bağırış oktavı falan oralar değil. Eğer bunu tekniğiyle yapıyorsa ya da Allah vergisi ekstrem bir teknikle yapıyorsa süper. İbrahim Tatlıses’de örneğin Allah vergisi, başka bir şey var onda. Ama şimdi bağırarak şarkı söylemek eşittir iyi şarkıcı; bunun kadar yalan bir formül yok daha müzikte. Bu tamamen illüzyonel ve hiçbir dayanağı olmayan bir formül.
-Bir zamanlar 3.5 milyon satıyordunuz ne müthiş günlerdi değil mi?
Şimdi 50 bin satana ‘Altın Plak’ veriyorlar. Bundan sonrası için ne olabilir? İnsanlar albümlerini promosyon malzemesi olarak hatta hiç CD’ye basmadan, sadece dijital ortamlarda mı sunmalıdır, bunları konuşmamız lazım. Hani “Vavvv 50 bin sattı mükemmel” gibi bir hal  aldı sektör maalasef. Bu durum bana çok gülünç geliyor.
-‘O Ses Türkiye’de jüri üyeliği yaparken müzik hayatınıza başladığınız günler gözünüzün önüne geldi mi hiç?
Bazı yarışmacıları seyrederken, onların performanslarını seyrederken kendimle alakalı bazı şeyleri görüyorum. O anki yarışmacının belki el hareketi, bir kelimeyi söyleme şekli, o anki heyecanı, o içinde yaşattığı ruh hali falan bazen bir yansıma gibi oluyor. Nadir de olsa bazen oluyor.
-Yarışmacıları etkilemek için ne gibi taktikler uyguluyorsunuz?
Samimiyet ve gerçeklikle alakalı bir taktik uyguluyorum. Hiçbir zaman büyük cümleler kurmuyorum. Hiçbir zaman hayali bir şey satmıyorum. Yapamayacağım ya da yapılamayacak şeylerin sözünü vermiyorum. O an içimden geldiği kadarıyla gerçek olarak bağlantı kuruyorum.
-Sizin ekipten birinin birinci seçilebilmesi için bir sebep söyler misiniz?
‘O Ses Türkiye’de birincilik SMS’e dayandığı için kimin birinci seçileceğini kestirmek zor. Bir tek sese dayalı olsa bununla alakalı bir şeyler söyleyebilirim ama oradaki sesin yanında başka faktörlerde giriyor işin içine. SMS atan yoğunluğun yapısı da çok büyük rol oynuyor. Benim takımımdan birinci seçilecek yarışmacının tamamen oyun kurgusu, sesine, yeteneğine, karizmasına ve kişiliğine bağlıdır. Ben başka bir şey aramıyorum. Çok yakışıklı, süper gözleri var, inanılmaz gülüyor bütün bunlar yan unsurlar olabilir. Ama öncelikle ses... Bu ses başka bir şey...
-Jüride 4 kişisiniz, sizin dışınızda vaatlerinde doğal ve içten hangi jüri üyesi var?
Orada 4 jüri üyesi de kendi iç dünyasını yarışmacılara yansıtıyor. Ve ben bu yarışma programının bu kadar tutmasındaki sebebin, dördümüzün dışarıya yansıttığı samimiyet olduğunu düşünüyorum. Hem aramızdaki samimiyet hem dışarıya yansıttığımız samimiyet. Her jüri üyesinin bu ilişkiyi kurduğunu düşünüyorum.
-Şu isimler siz de neyi çağrıştırıyor.
Murat Boz?

Fırlama.
-Hülya Avşar?
Tatlı Cadı Samantha. O, Samantha Avşar.
-Hadise?
Canım benim ya…
-Mustafa Sandal?
Adamım…
-Acun?
Messi ve goool!

 

 

 

YORUM YAP
YORUMLAR