MALİK YOLAÇ, BİLAL ÖZCAN'A ANLATTI: GAZETE PATRONLUĞUNDA BÜTÜN SERVETİMİ KAYBETTİM!
MALİK YOLAÇ TÜRK BASIN TARİHİNE ADINI ALTIN HARFLERLE YAZDIRMIŞ EFSANE AKŞAM GAZETESİ'Nİ ŞAHA KALDIRAN, GAZETESİNİN TİRAJINI 50 MİSLİ ARTIRAN PATRONDU. MALİK YOLAÇ EFSENE PATRONLUĞUNU BİLAL ÖZCAN'A ANLATTI.
AKŞAM GAZETESİNİN UNUTULMAZ PATRONU MALİK YOLAÇ:
BAZEN, GAZETECİ OLMASAYDIM ÇOK ZENGİN OLUR MUYDUM DİYE DÜŞÜNÜYORUM, GAZETECİLİKTE SERVETİMİ KAYBETTİM!
Röportaj: Bilal Özcan
(Bu röportaj Gazette13'den alınmıştır...)
1957 yılından 1971’e kadar Akşam gazetesinin sahibi olan işadamı ve armatör Malik Yolaç çalışkanlığı ve dürüstlüğüyle, yabancısı olduğu Babı-ali’de kısa sürede kendisini sevdirmeyi başarmıştı. Üstelik gazeteciliği hiç bilmediği halde, satın aldıktan sonra Akşam’ın tirajını 50 misli artırarak çok büyük bir başarıya da imza attı. O kadar başarılı oldu ki hem iktidarın hem muhalefetin gözdesiydi. Nitekim, istemediği halde siyasetçi de oldu. Milletvekilliği ve bakanlık yaptı. Malik Yolaç şimdi 96 yaşında ve Moda’daki evinde hatıralarıyla yaşıyor.
Arayıp, soran; ziyaretine gelip giden akraba ve dostlarıyla zaman geçiriyor. Son derece sağlıklı ve zinde... Malik Yolaç ile geçmişi ve hayatı konuştuk.
Bilal ÖZCAN
- Siz çok zengin bir ailenin çocuğuydunuz değil mi? Babanız Ahmet Hulusi Yolaç, Amasyalı fakir bir ailenin oğlu... Ve ayağında çarıkla geliyor İstanbul’a... Zengin olmayı nasıl başarmış?
İki kardeş gelmişler İstanbul’a, mühendis mektebinin imtihanına girmişler. Amcam kaybetmiş, babam kazanmış, okumuş mühendis olmuş. Fransa’ya yollamışlar, bir iki sene Fransa’da kalmış. Dönüp gelmiş ve inşaat işine başlamış. İnşaat dediğim ev inşaatı değil, tren yolu inşaatı. Sivas, Erzurum, Ergani ve Doğu’daki diğer tren yollarını hep babam yaptı.
- Devletin ihalelerine girip alıyordu öyle mi?
Evet. evet... Ve büyük paralar kazandı...
- Çocukluğunuzda ileriye dönük hayalleriniz var mıydı? Nelere sahip olmak isterdiniz, hangi mesleği yapmak isterdiniz?
Babamın mesleğini yapmak isterdim, inşaatlar yapmak, mühendis olmak isterdim. İlk gittiğim mektep 2,5 yaşında ‘Sir’ mektebiydi, Fenerbahçe’deki... 7 yaşına kadar buraya gittim. Sonra Saint Joseph’e geldim. Orada da 4 sene okudum. Ondan sonra Galatasaray Lisesi’ne gittim. Galatasaray’ı bitirdim. Fen mezunu oldum ama mühendis mektebinin imtihanını kazanamadım. Çünkü, imtihana girmeden iki-üç ay evvel evlendim. Çalışamadım imtihana...
- Çok genç yaşta evlenmişsiniz, kaç yaşındaydınız?
18 yaşında birinci evliliğimi yaptım, ikinci evliliğimi ise 25 yaşında yaptım.
- Çok hızlı bir gençlik mi yaşadınız?
Çok... Babamın sayesinde... 5 kardeştik ama babam bana başka türlü muamele yaptı. Onlara araba almadı, bende Amerika Reis-i Cumhur’unun altındaki araba vardı. Spor bir arabaydı.
- En küçük çocuk siz miydiniz ailenizde?
Yok, ablam vardı o kadar; sonra en büyük bendim.
- İlk evliliğiniz ne kadar sürdü?
Bir sene sürdü.
- Sonra ikinci eşinizle nasıl tanıştınız?
Tanışmadık, ben biraz şımarık bir adamdım. Herhalde annem, babam korktular. Bir an evvel evlenmemi istediler. Çamlıca Kız Lisesi’nin müdürünün kızını istediler benim için. Cevdet İzrap Barlas çok değerli, dört devre Atatürk’ün mebusluğunu yapmış bir adamdı. Kayınpederim, kayınvalidem çok efendi insanlardı. Kayınpederim erken vefat etti, kayınvalidemi de 20 sene sonra kaybettik; karım da 9 sene önce öldü maalesef.
- Allah rahmet eylesin, bir rahatsızlığı mı vardı eşinizin?
Son zamanlarda vardı tabii; Alzheimer olmuştu. 80 yaşına ulaştı, kaybettik.
- Bir kızınız var değil mi?
Evet.
- Kızınız kaç yaşında?
Kızım 70 yaşında yok... Bir torunum var, bugün gelecekti, yolda rahatsız olmuş geri döndü. Yasemin adı, çok iyi tahsil yaptı, çok kafalı bir kız. Bir reklam şirketinde umum müdür. Onun da bir oğlu var, şimdi benden bir karış uzun; daha 12 yaşında.
- Sizin eskiden çok çapkın bir insan olduğunuzu söylüyorlar, öyle miydiniz gerçekten?
Senin gibi, onun gibi... Herkes kadar çapkınlığımız vardı yani. Çok tatlı, çok efendi bir hanımım vardı, ona rağmen uslu durmadık maalesef.
- Hanımınızı çok üzdünüz mü?
Belli etmedi ama çok üzdüm...
- Çok değerli bir insanmış ve sizi çok seviyormuş, çünkü hanımlar ihaneti yakalayınca hem sürekli başa kakar hem de mahkemeye giderler zaten. Evliliğiniz sürmezdi.
Çok tatlı, çok hanımefendi bir kadındı, çok...
- Peki hala çapkınlık yapıyor musunuz?
Karım affetsin diye öldüğünden beri hiç bir şey yapmıyorum.
- Evet, yukarıdan görüyordur rahmetli öyle mi?
Öyle; görüyorsa beni affeder.
“VALLA, ŞIMARIKLIK OLACAK AMA BEN HİÇ SALDIRMADIM HANIMLARA, HANIMLAR BANA SALDIRDI. BELKİ ZENGİNİM DİYE...”
- Merak ettim, hanımlar size nasıl yaklaşıyorlardı?
Valla, şımarıklık olacak ama ben hiç saldırmadım hanımlara, hanımlar bana saldırdı. Belki zenginim diye... Ama bunu bildiğim için de dünyanın en aptalca para sarf eden insanı olmama rağmen kadınlara bir kuruş para harcamadım. Kompleksim vardı yani.
- Kadınlara para yedirmem derdiniz öyle mi?
Hiç sarf etmedim...
-“Dünyanın en aptalca para sarf eden insanıydım” dediniz, demek ki vardı da harcıyordunuz. Peki nasıl bir savurganlık yapıyordunuz, bir örnek verir misiniz.
Şimdi bir kere arabam, denizde sürat motorum vardı, Nazım Hikmet’i Türkiye’den götüren motor...
- Onu soracağım, evet...
Ondan sonra onun büyüğü vardı, en son bir tane de 14 metrelik bir teknem vardı. İki tane 350 beygir motoru vardı üzerinde. Buradan bir saatte Marmara Adası’na gidiyordum düşünün. Süratli çok güzel bir tekneydi. Polonezköy’de yer aldım paralarımı öyle öyle sarf ettim yani.
- Ama bunlar biraz da yatırım sayılmaz mı? Tekneyi sattığınız zaman yine para ederdi herhalde...
İşlerim çoktu. Ben gençken, mektebi bitirince Bursa’ya tütün ticareti yapmaya gittim. Çok güzel para kazandım, 4-5 sene kaldım orada. Bir ara babam geldi yanıma, ben de nedense öksürdüm. “Aaa” dedi babam “Sen hasta oluyorsun”. “Ya baba sadece öksürdüm” dedim. “Yok olmaz, bırakacaksın bu tütün işini” dedi, bıraktım. Geldim İstanbul’da susam fabrikasını açtım. Tahin üretiyordum, Türkiye’nin en büyük tahin fabrikası bendeydi. Çok güzel para kazandım.
- Peki, tahin ile pekmezi karıştırıp ayrı bir hazır ürün satıyor muydunuz?
Tatlıcılar vardı, tatlı imal ediyorlardı, onlarla birlikte tahin-pekmez çıkarttık ve sattık; bu sefer tatlı yetiştiremediler ve vazgeçtik.
- Merak ettim; ünlü hanımlardan, artistlerden, şarkıcılardan da sevgiliniz oldu mu?
Oldu, ama onların isimlerini söyleyemem.
- Dönemin en popüler hanımları mıydı bunlar?
Tabii, çok popülerleri de vardı.
- Peki siz gazinolara şarkı dinlemeye gider miydiniz?
Hayır alaturkayı sevmem...
- O hanımlarla kokteyllerde, balolarda mı tanışırdınız?
Her yere giriyordum, bilmiyorum nerede tanıştığımızı. Tanışıyorduk bir şekilde. Onlar tanışıyordu benimle. Bilhassa reklamları olsun diye tanışmak isteyenler de oluyordu. Gazeteye geliyorlardı.
“DENİZCİYİM BEN, DENİZİ DE YELKENİ DE BİLİRİM. 10 YAŞINDAN BERİ MODA’DA DENİZDEYİM. DENİZİ SEVERİM. YEDEK SUBAY OLARAK BAHRİYE MEKTEBİNE GİTTİM, ORADA İLERİDE KAPTAN OLACAK BİR ÇOK ARKADAŞIM OLDU. ONDAN DOLAYI DA ARMATÖRLÜĞÜ SEVDİM.”
- Malik bey, hanımlar kıskanç olur genelde; birbirlerinden haberleri olmuyor muydu? “Ben Malik Yolaç ile beraberim” diye bahsetmek övünç olsa gerek hanımlar için, mutlaka birbirlerine söz etmişlerdir sizden. Huzursuzluk çıkmıyor muydu aralarında acaba?
Uzun konuşmazdım hiç biriyle, çünkü o zaman serbest olamazsınız.
- Gıda ticareti yaptınız ve çok para kazandınız, Türkiye’nin en zenginlerinden biri haline geldiniz. Ticaretteki başarınızın sırrı neydi?
Çalışıyorduk... Bana çok itimat ediyorlardı.
- Ticarette sadece dürüst müydünüz, yoksa dürüstlüğün yanı sıra mesleğin kurnazlıklarını da bilir miydiniz?
Yok yok, işin o tarafıyla alakam yoktu. Beni severler ve güvenirlerdi.
- Üniversitede ticaret mi okudunuz?
Yüksek ticaret okudum, son sınıfında ayrıldım.
- Sonra armatörlüğe neden başladınız, anlar mıydınız deniz taşımacılığından?
Denizciyim ben, denizi de yelkeni de bilirim. 10 yaşından beri Moda’da denizdeyim. Denizi severim. Yedek subay olarak bahriye mektebine gittim, orada ileride kaptan olacak bir çok arkadaşım oldu. Ondan dolayı da armatörlüğü sevdim. Orada bir mektep kumandanımız vardı. Bende her gece kaçıyordum. Chris Craft motorum var, sonradan Nazım Hikmet’i kaçıracak olan... Bana iltimas etti kumandan, fazla baskı uygulamadı. Yoksa normalde beni oradan kovması gerekirdi. O albayla sonra çok iyi dost olduk. Bir gün küçük teknelerde çalışıyorum. Çalışmıyorum da yatıyorum hep. “Aman Malik gelme” diyor subaylar, bende gidip yatıyorum. Yatıyorum bir de baktım bir gürültü, “Malik Yolaç, Malik Yolaç...” “Ne oluyor?” dedim, kalktım gittim baktım, kocaman bir harp gemisi... “Kumandan seni çağırıyor” dediler... Kalktık gittik, kumandan bizim mektep kumandanı çıktı. “Malik nasılsın?” filan... “Malik ben ayrılacağım” dedi. “Komutanım neden ayrılıyorsun?” diye sordum. “Bu sene amiral olacaktım, olamadım” dedi. “Canım bir seneyle ne olur kumandanım, buna sıkılma” filan dedim, geçti... Sonra 1960 ihtilalini yaşadık, ihtilalden sonra ben Bakan oldum. O zaman da subayların fiyakası çok tabii. Bir gün yazıhanede oturuyorum. Dediler ki “Deniz kuvvetleri Kumandanı geliyor...” Heyecanlandım, hemen toparlandım... Geldi kumandan; Deniz Kuvvetleri Kumandanı benim mektep kumandanım çıkmasın mı? Olacak şey mi? Sarıldık, öpüştük, kucaklaştık, büyük de fiyaka oldu benim için tabii... Deniz Kuvvetleri bana geliyor... İhtilalden hemen sonra hepsi çok fiyakalı adamlardı.”
“BEN GAZETEYİ ALDIĞIM ZAMAN GAZETELER İSTANBUL’DA ÇIKIYORDU. ANKARA’DA ERTESİ GÜN OKUNUYORDU, İZMİR’DE İKİ GÜN SONRA, ADANA’DA DA ÜÇ GÜN SONRA OKUNUYORDU. BEN BU ŞEHİRLERİN HEPSİNE GÜNDELİK GAZETE TEMİN ETTİM.”
- Peki, gazetecilik mesleğiyle bir ilginiz yokken 1957 yılında Akşam gazetesini neden satın aldınız?
Çünkü gemilerim vardı, fabrikam vardı, daha başka işlerimi de yapıyordum. Başladılar takılmaya bana. Hatta bir keresinde iki tane maliye uzmanı yollamış Hasan Polatkan. Onlar geldiler, üç dört ay kontrol ettikten sonra “Bir şey yok, temiz” diyerek gittiler. Adamlardan bir tanesi bir kaç ay sonra müsteşar oldu, bir tanesi de bir kaç sene sonra maliye vekili oldu, düşünün. Bunlar beni teftiş ettiler, temiz verdiler.
-Siz o zaman CHP’ye yardım mı ediyordunuz, niye durup dururken sizin üzerinize geldiler, hesaplarınızı incelediler?
Hiç... Hayatımda politikayla hiç alakam olmadığı gibi, Bakan olmama rağmen, o dönemde bile politikaya karışmadım. Türkiye bu, herkes herkesi kıskanıyor.
-Belki de isminiz piyasada çok büyük diye sizi merak edip geldiler. Peki hiç rüşvet ima ettikleri oldu mu?
Hayır, olmadı.
-Siz satın aldığınız dönemde Akşam gazetesinin satışı 3 bin civarındaydı, Siz o gazetenin tirajını 150 bine çıkardınız. Ankara’da Hürriyet’i geçmişsiniz. Bütün bunları nasıl başardınız?
Şunu yaptım, ben gazeteyi aldığım zaman gazeteler İstanbul’da çıkıyordu. Ankara’da ertesi gün okunuyordu, İzmir’de iki gün, Adana’da üç gün sonra okunuyordu. Ben bu şehirlerin hepsine gündelik gazete temin ettim.
“ANKARA’DA KASIM GÜLEK’İN MATBAASI VARDI ONU KİRALADIM. İZMİR’E MEŞHUR VECİHİ HÜRKUŞ’LA GAZETELERİ YOLLADIM. VECİHİ HÜRKUŞ ONDAN EVVEL HER GÜN BURADA MODA’DA DENİZE DÜŞERDİ. BİR GÜN DE BENİM KOTRANIN DİREĞİNE ÇARPTI DÜŞTÜ.”
- Nasıl yaptınız bunu?
Ankara’da Kasım Gülek’in matbaası vardı onu kiraladım. İzmir’e meşhur Vecihi Hürkuş’la gazeteleri yolladım.
- Uçakla mı yolladınız?
Uçakla yolladım.
- Vecihi Hürkuş, her gün sizin gazeteleri o pırpır uçağıyla İstanbul’dan İzmir’e götürüp dönüyor muydu?
Tabii tabii...
- Her gün yaptı mı bunu?
Tabii canım tabii... Vecihi Hürkuş ondan evvel her gün burada Moda’da denize düşerdi. Bir gün de benim kotranın direğine çarptı düştü.
- Nasıl yani?
Bayağı işte, çarptı kotranın direğine ve denize düştü. Ama bir şey de olmadı adama, ölmedi yani, düşmekten ölmedi. Gazeteci İrfan Derman vardı bizimle çalışan. Bir gün İzmir’e o gitti uçakla. O gittiği gün İzmir’e sis basmış. Vecihi Hürkuş da bakmış bir yer gözükmüyor, inecek bir yer yok...
- Uçakta, inişe yardımcı olacak alet filan yoktu herhalde...
Bir tur atmışlar, bir tur daha atmışlar. İrfan Derman sonra bize anlatırken, “Ödüm patladı” demişti... Belki uçağa da ilk defa biniyordu. Bir bakmışlar ileride bir nokta var. “Aaa...” demiş Vecihi Hürkuş “Bu bilmemne adası...” Oraya sürmüş uçağı, oranın üstüne gidip yerleri bulmuşlar, öyle inmişler aşağıya.
- Ankara’da matbaa buldunuz, İzmir’e uçakla günlük gazete gönderdiniz. Bir de siz Akşam’ı satın alana kadar karayoluyla günü gününe gönderilemiyordu gazeteler taşraya. Çünkü karayolları berbat denecek durumdaydı ama siz pek çok şehre kamyonla da günlük gazete ulaştırmayı başardınız. Bunu nasıl yaptınız, çılgın şoförler mi buldunuz?
Evet çılgın şoförler buldum. 6-7 tanesi de gazete dağıtımı için çıktıkları o yollarda vefat etti.
- Allah rahmet eylesin o isimsiz kahramanlara. Ayhan Işık’ın bir filmi vardı ‘Hızlı Yaşayanlar’ diye. Film her gece İstanbul’dan taşraya kelle koltukta gazete taşıyan kamyon şoförlerinin zamanla ve ölümle yarışı üzerineydi. O film sizin kamyon şoförlerini anlatıyordu demek ki...
Olabilir, olabilir...
“ÇETİN ALTAN BİRAZ İÇTİ, SOHBET EDİYORUZ... CESARET’TEN KONUŞULUYOR. ‘BEN ÖYLE CESUR FİLAN DEĞİLİM’ DEDİM. ‘İŞTE İDARE EDİYORUZ...’ DEDİM. DERKEN, ‘BAM’ DİYE BİR SES ÇIKTI. TABANCA SESİ... ‘NE OLUYOR’ DEDİM, BAKTIM ÇETİN’İN ELİNDE TABANCA VAR. KARŞIMDA OTURUYOR, TAM BURADAN ŞÖYLE GİTMİŞ KURŞUN, GÖRMEDİM. ‘ULAN KORKMADI BE’ DEDİ.”
- Gazeteyi taşra şehirlerine, özellikle Ankara, İzmir, Adana’ya günü gününe ulaştırınca tiraj da yükseldi, 150 binlere çıktı öyle mi?
Tabii canım tabii...
- Bir ara gazeteye genç bir genel yayın müdürü aldınız, Doğan Özgüden... Çetin Altan’ı yazar olarak almak istedi gazeteye. Siz de ona dediniz ki “Bak Doğan; Çetin daha önce de bizde yazdı, ayrıldı. Çetin ile çalışmak çok zordur, iyi düşün.” O da bir akşam sizi evine yemeğe davet etti, aranızı ısıtmak amacıyla o akşam yemeğe Çetin Altan’ı da davet etmişti. Çetin Altan o yemek masasında size silah çekti, hatta sağa sola ateş etti. Nasıl oldu o olay?
O genel yayın müdürü solcu olmasına rağmen çok efendi bir çocuktu. Ancak kaçtı gitti Türkiye’den, şimdi hala Fransa’da... Evine çağırdı, gittim yemek yedik. Çetin’i çağırmış, geldi. Çetin Altan biraz içti, sohbet ediyoruz, ‘cesaret’ten konuşuluyor. “Ben öyle cesur filan değilim” dedim. “İşte idare ediyoruz...” dedim. Derken, ‘bam’ diye bir ses çıktı. Tabanca sesi... “Ne oluyor” dedim, baktım Çetin’in elinde tabanca var. Karşımda oturuyor, tam buradan şöyle gitmiş kurşun, görmedim. “Ulan korkmadı be” dedi. Ben görmedim ki ne korkacağım. Bir el daha ateş etti. Baktım buradan, tam önümden geçiyor kurşun... O zaman tepem attı, boğazını sıktım. İki yumruk; tabancasını aldım elinden. Aldım tabancasını bir ay da vermedim. Yalvardı, yalvardı, sonunda verdim.
- Ertesi gün, elinde kırma tüfekle gelmiş Çetin Altan gazeteye, doğru sizin odaya çıkmış. Orada ne oldu?
Hiç yüz vermezdim ki... Biraz tatsız şekilde cesurdum. Çok yalvardı, bir ay vermedim. Bir aydan sonra verdim tabancayı kendisine.
- Affettiniz ve verdiniz öyle mi?
Affedilecek bir şey değil ki... Sarhoş... Normal adam yapar mı bunu... Bana ne silah çekiyorsun, ben misafirim orada. Bir düşmanlığım olur, yok öyle bir şey. Galatasaray mektebinden 4 sınıf küçük benden. Mektepten de arkadaşız.
- O dönemde Çetin Altan sivri yazıyor, tabii ona karşı olanlar, onu sevmeyenler de var.
Çok var...
- O yemekte Çetin Altan, “Ne olur sivri yazıyorsam?” demiş, siz de “Arabanın altına bir gün bir bomba koyarlar, patlar” demişsiniz. Çetin Altan o söze sinirlenip silah çekmiş. Siz öyle bir şey söylediniz mi gerçekten?
Hatırlamıyorum... Olabilir, belki. Ama ben hatırlamıyorum.
“HADİSE ŞU; BEN MOTORU SATIYORUM, İLAN VERDİM. BİR DE BAKTIM GENÇ BİR KARI-KOCA GELDİ. KARI-KOCA DEĞİL, EVLENMEDİ O KADINLA, YA DA AYRILDI... ‘MOTORUNUZ SATILIKMIŞ’ DEDİLER, ‘EVET’ DEDİM. ‘MÜSADE EDER MİSİNİZ, DENEYELİM Mİ?’ DEDİLER. ‘TABİİ’ DEDİM VERDİM. GİTTİLER, AKŞAM GELDİLER. MEĞER NAZIM HİKMET’İ KAÇIRMIŞLAR...”
- Büyük şair Nazım Hikmet’in 12 senesi üç ayrı cezaevinde yatmakla geçti. Sürekli devletin baskısı altındaydı. Serbest bırakıldı ama her an yeniden tutuklanabilirdi. Hatta öldürülebilirdi de... ‘Kim vurduya’ da gidebilirdi. Eniştesi gazeteci Refik Erduran 17 Haziran 1951 günü Nazım Hikmet’i İstanbul Boğazı’ndan kaçırdı ve Karadeniz’de bir Romen şilebine bindirdi. Nazım Hikmet o gün sizin deniz motorunuzla kaçırılmış. Bu olaydan sizin ne zaman haberiniz oldu?
Çok sonra... Hadise şu; ben motoru satıyorum, ilan verdim. Bir de baktım genç bir karı-koca geldi. Karı-koca değil, evlenmedi o kadınla, ya da ayrıldı... “Motorunuz satılıkmış” dediler, “Evet” dedim. “Müsade eder misiniz, deneyelim mi?” dediler. “Tabii” dedim verdim. Gittiler, akşam geldiler. Meğer Nazım Hikmet’i kaçırmışlar...
-Sonra motoru satın almadılar öyle mi?
Yok canım...
-Nazım Hikmet’in yurt dışına kaçırılışına bir şekilde vesile oldunuz. Öğrendiğiniz zaman, bu size neler hissettirdi? Sonuçta, solcuların deyişiyle siz bir burjuvasınız, o bir kominist!
Ben her zaman tarafsızdım, hayatımda parti tutmadım. Milletvekili seçildim, Bakan oldum ama bağımsızdım. Hiç bir partiye girmedim. Bağımsız olarak İstanbul üçüncüsü seçildim.
-Peki böyle bir plana vesile olduğunuzu öğrenince, “Ya nasıl tufaya gelmişim” de demediniz mi?
Biraz korktum. Çünkü o zaman Malik Yolaç ‘Malik Yolaç’ değil ki, tıfıl bir oğlan. “Gel buraya ulan, sen nasıl kaçırdın bunu” derler... İstediğin kadar “Benim haberim yoktu” de, atarlar içeri.
-Siz Nazım Hikmet’i hiç tanıdınız mı?
Hayır, hiç tanımadım.
“BİZİM ÇOCUKLARIN ASKERLERLE ARASI ÇOK İYİYDİ. HATTA ŞÖYLE BİR ŞEY OLDU. ANKARA’DAKİ GAZETE BÜROSUNA İHTİLALDEN BİR HAFTA, 10 GÜN ÖNCE BİR ÇOK SUBAYLAR GELİP GİDİYOR. BİR TANESİYLE ARKADAŞ OLDUK, BİNBAŞIYDI. “MALİK BEY İHTİLAL OLACAK’ DEDİ. ‘YAHU YAPMA, NASIL OLUR İHTİLAL?’ DEDİM. ‘OLACAK; AMA SEN HİÇ KİMSEYE SÖYLEME’ DEDİ.”
- Bugünkü Türkiye nüfusunun çoğunluğu da o günleri görmedi. Sahibi olduğunuz Akşam gazetesi 1960 darbesi öncesi en etkili gazetelerden biriydi. Gazeteniz, 27 Mayıs 1960 öncesi, darbeyi davet eden yayınlar yaptı mı?
Hayır... Ama bizim çocukların askerlerle arası çok iyiydi. Hatta şöyle bir şey oldu. Ankara’daki gazete bürosuna ihtilalden bir hafta, 10 gün önce bir çok subay gelip gidiyor. Bir tanesiyle arkadaş olduk, binbaşıydı. “Malik Bey ihtilal olacak” dedi. “Yahu yapma, nasıl olur ihtilal?” dedim. “Olacak; ama sen hiç kimseye söyleme” dedi. Ben de kimseye söylememek için kalktım dönemin Adalet Bakanı Celal Yardımcı’ya gittim. Dedim ki “Bir iki gün sonra ihtilal oluyor, sen istifa et”. “Malikciğim nasıl yapayım, nasıl olur” dedi. Olur, olamaz konuştuk, ayrıldım yanından. İhtilal oldu hapise girdi, çıktı... Sonra oturduk konuşuyoruz. Bana, “Senin arkandan Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a gittim” dedi. “Böyle böyle bir durum var, çok sevdiğim bir arkadaşım var, o söyledi dedim anlattım ama ismini vermedim” dedi. Doğruydu herhalde, çünkü Celal Bayar’la sonra dost olduk... Celal Bayar’a, “Böyle böyle bir durum var, ne yapalım?” deyince Bayar, “Ben sana bir şey söyleyeyim mi; bunu sana kim söylediyse esas düşmanımız odur” diye yanıt vermiş...
“İKTİDARLARIN GAZETELERİ NEDEN YANLARINDA İSTEDİKLERİNE DAİR SİZE ENTERASAN GELEBİLECEK BİR ANIM VAR. BİR GÜN KOTRAMLA KINALIADA CİVARINDA BALIK AVINA ÇIKMIŞTIM. YANIMDA ARKADAŞLARIM DA VARDI. BİR DE BAKTIM UZAKTAN BİR MOTOR GELİYOR. GELDİ, GELDİ, GELDİ, YANAŞTI... ‘MALİK YOLAÇ SİZ MİSİNİZ?’ DİYE SORDULAR. ‘BENİM, BUYURUN’ DEDİM. ‘NE VAR?’ ‘SİZİ BAŞBAKAN İSTİYOR’ DEDİLER...”
-Malik Bey, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri yaşadığımız bir gerçek var, bu ülkede siyasi iktidar gazeteleri yanına almak ister. 1925 yılında çıkartılan Takrir-i Sükun Kanunu (Huzurun Sağlanması Kanunu)‘nun amacı basının iktidar tarafından kıskaç altına alınmasıydı. 1931 yılında yürürlüğe konulan Matbuat Kanunu da hükümete, basın üzerinde denetimleri ve baskıyı artırabileceği yetkiler veriyordu... Aynı zamanda Silahlı Kuvvetler de hep gazeteleri yanına almak istiyordu. Ve çok yakın zamanda gördük ki Türkiye üzerinde emelleri olan FETÖ de kendi basınını, medyasını kurdu. Hepimiz yaşadık, biliyoruz; FETÖ medyası Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk kumpasları döneminde kendi gazete ve televizyonları üzerinden kamuoyunun bilincini şekillendirmeye, algı operasyonu yapmaya çalıştı. Türkiye’yi yönetmek isteyen herkes, gazeteleri bir şekilde yanına çekmeye çaba gösteriyor. Size göre basın, genelinde medya, iktidarlar için niye bu kadar önemli?
İktidarların gazeteleri neden yanlarında istediklerine dair size enterasan gelebilecek bir anım var. Bir gün kotramla Kınalıada civarında balık avına çıkmıştım. Yanımda arkadaşlarım da vardı. Bir de baktım uzaktan bir motor geliyor. Geldi, geldi, geldi, yanaştı... “Malik Yolaç siz misiniz?” diye sordular. “Benim, buyurun” dedim. “Ne var?” “Sizi Başbakan istiyor” dediler...
-Adnan Menderes!
Adnan Menderes... “Peki” dedim, çocuklara bıraktım tekneyi, onların teknesine geçtim. Kalamış’ta sahilde oturuyoruz, gittim eve giyindim. Otomobil bekliyor, otomobille Yeşilköy Hava Meydanı’na... Meydanda uçak bekliyor, Ankara’ya... Ankara’da meydanda araba bekliyor, doğru Başbakanlığa... Girdim içeri Başbakan Adnan Menderes’in yanında intihar eden Dahiliye vekili var; Namık Gedik. Bir de sonradan Başbakan yardımcısı olan biri var, ismini şimdi hatırlayamıyorum. “Merhaba”, “Merhaba”... Tatlı tatlı konuştuk. Adnan Bey’le benim aram çok iyiydi. Seyahatlere beni götürürdü. “Malik Bey senden bir ricam var” dedi. “Emredin efendim” dedim. Ben o zaman 38 filan yaşlarımdayım. Sırım gibiyim, çakı gibiyim... O gezilerde belki bin kişi var Başbakan’ın arkasında. İnşaat şu, bu gezmeye gidiyoruz... Diyorlar ki “Malik Bey Başbakan seni çağırıyor” Hemen en öne Başbakan’ın yanına götürüyorlar beni; Başbakan’a bilgi veriyorlar, o da bana, “Bak şurası şöyle, burası böyleymiş” diye gösteriyor. Teşekkür ediyorum. Sonra Başbakan ilerliyor, ben arkada kalıyorum ve ben o sırım gibi herif, iki dakika sonra o bin kişinin arkasındaydım. Yani liderin taraftarları öyle insanlar ki Başbakan’a yakın olmak için herkesi ekarte ederler. Neyse, Adnan Menderes Ankara’daki o buluşmamızda bana “Malik Bey hemen bizim partiye gireceksin” dedi... Ne yaparsın?
-Ne yaptınız?
-“Emredersiniz efendim” dedim, “Tabii girerim...” “Ama” dedim, “Bir, iki maruzatım var, onu söyleyebilir miyim?” “Tabii” dedi... “Efendim sizin gazete dedim 20-25 bin satıyor, şu gazete de sizi tutuyor şu kadar satıyor. Benim gazetem şu anda 150 bin satıyor. Eğer partiye girersem bu gazetenin tirajı muhakkak düşecektir. Eğer siz düşük tirajlı bir gazetenin sahibini istiyorsanız emredersiniz. Partiye girdikten sonra bu değerim kalmaz, onu söyleyeyim” dedim. Durdu, “Yahu doğru söylüyor çocuk. Peki Malik Bey çok teşekkür ederim” dedi. Tekrar oradan havalimanına uçağa, oradan İstanbul’a, Yeşilköy’den eve getirip bıraktılar...
“GAZETENİN BATMAMASI İÇİN HER ŞEYİ YAPABİLİRDİM AMA HİÇ BİR ZAMAN FİKİR DEĞİŞİKLİĞİ YAPMADIM. BENİM PRENSİBİM ŞU: SİZ SOLCUYSANIZ SOL FİKRİNİZİ SAVUNUP YAZARSINIZ. BU ADAM SAĞCIYSA O DA ONU YAZSIN. BİR GAZETENİN SADECE BİR FİKRİ SAVUNMASINA MANİ OLMAK LAZIM.”
- Gazetelerin bir hakim güce, iktidara ya da 28 Şubat’ta gördüğümüz gibi silahlı kuvvetlere bağımlı olması, desteklemesi toplumu nasıl etkiliyor? Gazeteler okurlara yön mü veriyor?
Yön veren de var, vermeyen de var. Gazetelerin fazla bir fonksiyonu olmuyor. Gazeteler, olan şeyleri takviye eder veya karşı çıkar. Yoksa bir siyasi hareketin başına geçeyim, yürüteyim diye bir şey hatırlamıyorum ben gazetecilerden. Gazeteler iktidarı ya tutar ya tutmaz.
- Mesela 28 Şubat’ta o dönem, süre gelen iktidardan nemalanan gazeteler bir anda askerin tarafına geçti, demokrasiden değil, darbeden taraf oldular... Gazete patronları, gazete yöneticileri bunu sizce neden yaptı. Yeterince ve gerçek anlamda demokrat olmadıkları için mi, yoksa askerden korktukları için mi?
İkisi de var. Ben korku göstermedim. Ben iktidara gelenlerle bozuşmadım veyahut da sevişmedim. Ama bunu yapanlar çok oldu tabii ve paçalarını da kurtardılar.
- Peki yandaş gazeteler iktidarları neden körü körüne destekler size göre? İktidarın sunduğu imkanlardan yararlanmak için mi yoksa gazetenin patronu ve yönetim kadrosu o fikri savunduğu için mi?
Para için ya...
- Para için öyle mi, çünkü kamu ilanları var, şu var, bu var değil mi?
Tabii, tabii...
- Siz kendi gazete patronluğunuz döneminde iktidarların sunduğu imkanlardan çok yararlandınız mı?
Hiç... Tam aksine.
- Peki Adnan Menderes sizi çağırdı, aranızda bir dostluk, bir ağabey-kardeş yakınlığı var, sevgi de var, “Malik Yolaç’a şu bankanın ilanlarını yollayın” filan diye hiç iltimas geçmedi mi?
Akşam gazetesini biz üç arkadaş aldık. Vedat Durusel, bir de Hasan Polatkan’ın karısının kardeşi. Üçümüz de Galatasaray mektebindeniz. 6 ay sonra onlar baktı iş kötü, ayrıldılar, bir tek ben kaldım patron olarak. Yürütebildiğim kadar yürüttüm, sonunda da battım yani.
- 27 Mayıs öncesi sizin gazeteniz Akşam muhalifti. Demokrat Parti iktidarı Akşam’ın bütün ilanlarını kesmişti...
Evet öyle...
- Devam ediyorum; 1960 darbesine az bir süre kala siz Yazı İşleri müdürünüz Doğan Koloğlu’nu çağırdınız. Ve “yayın politikasını değiştireceğiz” dediniz. Bunu gazetenin batmaması için mi istediniz?
Gazetenin batmaması için her şeyi yapabilirdim ama hiç bir zaman fikir değişikliği yapmadım. Benim prensibim şu: Siz solcuysanız sol fikrinizi savunup yazarsınız. Bu adam sağcıysa o da onu yazsın. Bir gazetenin sadece bir fikri savunmasına mani olmak lazım.
- Şöyle iddia ediliyor, siz sert muhalefet yapmaktan vazgeçince, gemilerinizin limanlarda bekletilmeyip daha erken boşaltılması hususunda Başbakan Adnan Menderes bizzat emir vermiş, İş Bankası’ndan da iki milyon lira kredi çıkmış size. Ne diyorsunuz bunlara?
Hah hah hahaha... Bir kuruş almadım, hiç... Palavra bunlar canım...
“İSMET PAŞA İLE MALİK YOLAÇ BİRLEŞTİ KOALİSYONU KURDU. BEN BİR ŞEY ARZU ETMİYORDUM Kİ... POLİTİKADAN HABERİM YOK VE İSTEĞİM YOK. AMA HEPSİ BUNLARIN BİR TESADÜF ESERİ GELDİ. MEBUS OLUŞUMU ANLATAYIM BEN SİZE...”
- 27 Mayıs İhtilali’nden sonra ise gazeteniz Akşam, askerden yana tavır alınca kamu ilanları gelmeye başlamış, bu durum rahatlattı mı sizi?
Yok canım, öyle ilan filan gelmedi hiç bir zaman. Sonuna kadar öyle gitti ve battım zaten.
- İhtilalden sonra yapılan ilk seçimde bağımsız olarak Meclis’e girdiniz. 25 Aralık 1960’da kurulan İnönü Hükümeti’nde bağımsızların temsilcisi olarak spordan sorumlu Devlet Bakanı olarak atandınız. Bu sizin arzu ettiğiniz bir şey miydi?
Yani İsmet Paşa ile Malik Yolaç birleşti koalisyonu kurdu. Ben bir şey arzu etmiyordum ki... Politikadan haberim yok ve isteğim yok. Ama hepsi bunların bir tesadüf eseri geldi. Mebus oluşumu anlatayım ben size, Bir gün gazetede oturuyorum, iki arkadaşım - onlar sonra Adalet Partisi’nden mebus oldu - bir de ihtilalden sonra kurulan Adalet Partisi’nin genel başkanı Ragıp Gümüşpala girdiler. Hoşbeşten sonra Gümüşpala partiyi kapatacağını söyledi. Kararlı... İki, üç saat gazetede konuştuk Ragıp Gümüşpala’yla... Ve tuhaf, benim öyle bir kabiliyetim yok ama adamı nasıl olduysa ikna etmişim ve beni öperek ayrıldı gitti. Vazgeçti partiyi kapatmaktan. Aradan bir süre geçti, birileri geldi, “Tebrik ederiz Malik Bey” dediler. “Ne oldu?” dedim, “İstanbul’dan üçüncü adaysın!..”
“Yahu ne adayı, ne oluyoruz?..” Ve üçüncü aday olarak mebus olduk, bağımsız...
“BİR ASKERİN KEMANLA MECLİS’E GELMESİ NORMAL BİR ŞEY DEĞİL. ARKADAŞLAR DEDİ Kİ ‘MALİK BEY ASKERLER MECLİS’E GELİYORLARMIŞ, GİT GÜMÜŞPALA’YLA KONUŞ, HÜKÜMET KURSUN’ KALKTIM GİTTİM. GÜMÜŞPALA’YLA KONUŞTUM, BENİ ÇOK SEVERDİ. BİRLİKTE İSMET PAŞA’NIN ODASINA GİTTİK. TAM ODANIN ÖNÜNE GELDİK, İSMET PAŞA’NIN ODA KAPISINI AÇACAĞIM RAGIP GÜMÜŞPALA VAZGEÇTİ, DÖNDÜ GİTTİ.”
-27 Mayıs darbesinden sonra Meclis’e giren partiler arasında bir türlü anlaşma sağlanamaz...
Evet, öyle...
- Bu nedenle hükümet kurulması çok gecikir. Bunun üzerine askerler Meclis’e gidip gelmeye başlar. Bazı subayların ellerinde keman kutuları vardır. Ve o keman kutularının içinde silah bulunduğu söylentisi kulaktan kulağa yayılır. Siz hatırlıyor musunuz, biliyor musunuz gerçekten silah var mıydı o keman kutularında?
Ben de bilmiyorum ama bir askerin kemanla Meclis’e gelmesi normal bir şey değil. Meclis’te bana bir oda verdiler. O odada arkadaşlar yanıma gelip gidip bana dediler ki “Malik Bey askerler Meclis’e geliyorlarmış, git Gümüşpala’yla konuş, hükümet kursun” Kalktım gittim Gümüşpala’yla konuştum, beni çok severdi. Birlikte İsmet Paşa’nın odasına gittik, tam odanın önüne geldik İsmet Paşa’nın oda kapısını açacağım Ragıp Gümüşpala vazgeçti, döndü gitti. Döndüm çocuklara Gümüşpala’nın son anda vazgeçtiğini söyledim. “O zaman İsmet Paşa’ya git” dediler. İsmet Paşa’ya gittim. “Efendim biz sizi destekleyeceğiz, ama Bakanlık da istemiyoruz” dedim. Kabul etti tabii; İsmet Paşa bu. Hemen kabul etti, 4-5 tane bağımsızdan aldı, bir tane de beni aldı işte. Hükümet kuruldu. Koalisyon kuruldu ama ekseriyet yoktu.
- Ve siz de Bakan oldunuz, bir buçuk sene sürdü değil mi göreviniz.
Evet evet, spordan sorumlu Devlet Bakanı oldum. Başka bazı bakanlıklara da vekalet ettim. Çünkü bir, iki Bakan vardı, ortada yoklardı, şimdi nedenini bilemiyorum. Devamlı vekalet ediyordum onlara. İki-üç ay vekalet ettiğim Bakanlık vardı. Bir tanesi ulaştırma bakanlığıydı mesela.
- Memnun kaldınız mı Bakanlık görevinden?
Doğrusu hoşlanmadım...
- Neden, ayrı bir saygı görüyorsunuz ama...
Benim hiç saygıdan yana sıkıntım olmadı ki... Ancak armatör oldum, üç gemi aldım; 10 gemim olmasını isterdim ama burada ben vekil oldum, bakan oldum, ne olacağım, reis-i cumhur mu olacağım? Haha hahaha!...
- Haha haha; çok güzel... Geçen yıl Brezilya’da 94 yaşında hayatını kaybeden Ali İpar Türkiye’nin şeker kralı Hayri İpar’ın oğluydu. Ali İpar diğer işlerinin yanısıra aynı zamanda sizin gibi armatördü. Tanışır mıydınız kendisiyle?
Tanışırdım tabii. Arkadaş değildik ama çocukluktan tanışırız. Çok zengin bir babanın oğlu tabii o da... Ben armatör olunca o da heveslenmiş, o da gemiler aldı. Lakin bana sorulanları ona da sormuşlar. Biraz kabalık yapmış, ya da terslik yapmış askerlere, bayağı bir dayak yemiş, hatta hastaneye kaldırmışlar. Keşke vefat etmeden görseydim.
- 27 mayıs darbesinden sonra mı askerler çağırıp sorgu sual yapmışlar?
Evet, gemilerini Haliç’te bağladılar, çürütüldü. Benimkileri de bağladılar. 3 gemi Haliç’te 1-1,5 sene kaldı.
- Niye çıkartmadılar askerler gemilerinizi o kadar uzun zaman?
Ne bileyim, bir şey arıyorlardı herhalde. Bir şey bulacaklarını zannediyorlardı. Ama hiç bir şey bulamadılar Allah’a şükür.
- Orhan Koloğlu ‘Osmanlı’dan 21’inci yüzyıla basın tarihi’ isimli kitabında diyor ki :
“1954’ten sonraki son dönemde CHP’nin gazeteleri, CHP Araştırma Bürosu yayınları ve Forum dergisinde sol görüşler, Atatürkçü radikalizmle bir arada savunulmuş ve 27 Mayıs 1960 eyleminin oluşmasına çok katkıda bulunmuşlardır.
DP’nin dincilere, hilafeti geri getirecek kadar taviz verdiği suçlamaları karşısında, devrimleri koruyucu bir güç aranması yoluna girilmiş ve CHP’nin de desteğiyle bu role ordu layık görülmüştür. Buna basın da katkıda bulunmuştur. Ancak kabul etmek gerekir ki basının bu olaya girmesinde DP’de diktatörlük eğilimlerinin artması ve basın üzerinde baskıların artması önemle etken olmuştur. Atatürkçülük adına yapılan 27 Mayıs hareketinden sonra Milli Birlik üyelerinin hemen hepsi verdikleri demeçlerde bu eylem için esin ve fikirleri Türk basınından aldıklarını açıklamışlardır” Bir gazete patronu olarak Malik Bey, ihtilalden kendinizi ya da gazete sahiplerini sorumlu gördüğünüz oldu mu hiç?
Tabii canım yani bir tek enayi ben vardım, ben bir şey yapmadım. Dönüyorlardı, onları tutuyorlardı, yaptıklarını tasvip ediyorlardı.
- Siz gazete patronu olarak kendinizi sorumlu gördünüz mü ihtilalden?
Bir şey yapmadım ki sorumlu göreyim...
“MALİK YOLAÇ DEMEK, GAZETECİLERİ KURTARAN ADAM DEMEKTİR. BELKİ UKALALIK OLUYOR AMA BENDEN ÖNCE SÜRÜNÜYORLARDI HEPSİ. BEN BAŞLAYINCA MAAŞLARI ARTIRDIM TABİİ...”
-Ama diyorsunuz ki “Diğer bazı gazete sahipleri sorumlu” Peki övünüyorlar mıydı ihtilal olduğu zaman, “bizim katkımız var” diye övünüyorlar mıydı?”
Onu bilemeyeceğim.
- Çok gazeteciyle çalıştınız Malik Bey, gazeteciliğini en çok beğendiğiniz, birlikte çalışmaktan en memnuniyet duyduğunuz gazeteciler kimlerdi?
Bu röportajı gazetesine yaptığımız Güngör Denizaşan. Sonra Doğan Koloğlu çok efendi çocuktu. Erol Türegün vardı. Fransa’ya kaçan genç gazeteci Doğan Özgüden vardı. Aziz Nesin çok beğendiğim, çok sevdiğim bir insandı. İlhami Sosyal hep Ankara’daydı... İlhami, gazeteyi idare eden esas oydu. Solcuydu bunlar... Eee solcuysa solcu, ne yapayım yani. Ben gazete çıkartıyorum, illaki birisini methetmek veya intizam etmek derdinde değildim. Gazetem satsın, çalışanlar para kazansın, benim istediğim buydu; bendende korksunlar.
- Gazetecilere iyi paralar, yüksek maaşlar verir miydiniz?
Esas onu söyleyeceğim; Malik Yolaç demek, gazetecileri kurtaran adam demektir. Belki ukalalık oluyor ama benden önce sürünüyorlardı hepsi. Ben başlayınca maaşları artırdım tabii...
- Sosyal haklarını da eksiksiz verir miydiniz?
Onu iyi hatırlamıyorum.
- Gazetenizde birlikte çalıştığınız kişiler arasında sizi hayal kırıklığına uğratanlar oldu mu?
Ben hepsiyle çok çok çok iyiydim. Gazetecilerden düşmanım da yoktu, çok aşırı dost olduğum da yoktu. Herkesle normal bir ilişki içindeydim. Kimseye de kırılmadım.
- Türk basınında ilk promosyonu siz başlatmışsınız, gazeteyle beraber ilk ne verdiniz?
Çok para kazandım tam batacakken... Pardösü verdim.
- Nasıl aklınıza geldi de yaptınız promosyonu?
Nereden bileyim bir anda geldi işte. Kafa bu...
- Ticaret kafası dedikleri bu olsa gerek...
Sonra, sigorta yaptık okurları, oradan çok kazandık. Talat Aydemir’in oğluyla yaptık o işi. O sigortacıydı. Talat Aydemir’in oğlunun ifadesine göre ayda 3-4 tane apartman alacak para kazanıyormuşuz.
- Başka ne verdiniz gazeteyle promosyon olarak, hiç “şunu da versem keşke” dediğiniz bir hayaliniz var mıydı?
Başka şeyler de yaptık ama şimdi tam hatırlayamıyorum.
- Örneğin sizden çok sonra Tercüman’ın patronu rahmetli Kemal Ilıcak gazeteyle birlikte uçak verdi. Ancak o dönemde gazeteler arasında bir yarış vardı. Örneğin Asil Nadir, Günaydın gazetesiyle her gün apartman dairesi ve araba veriyordu. Ilıcak da adeta meydan okur gibi uçak verdi. Ve bir okur o uçağı kazandı.
Uçak kime yarar yahu!.. Ama Kemal Ilıcak muvaffak olmuşlardan bir tanesidir. Çok güzel gazetecilik yaptı.
- 96 yıllık hayatınızda geriye dönüp baktığınızda hiç, “Keşke yapmasaydım” dediğiniz bir şey var mı?
Bazen, “Gazeteci olmasaydım, çok çok çok zengin olur muydum” diye düşünüyorum. Esas servetimi ben gazetecilikle kaybettim. Ama gazeteciliği de seviyordum açık söyleyeyim onu da.
“GALATASARAY BAŞKANI VARDI, BİR GÜN GELDİ BANA, ‘MALİK GAZETEYİ SATIYORMUŞSUN’ DEDİ. ‘EVET’ DEDİM... ‘KAÇ PARA?’ DİYE SORDU, ‘3 MİLYON LİRA İSTİYORUM’ DİYE CEVAP VERDİM... BATMIŞ GAZETE ZATEN. GALATASARAY’DA BENDEN BİR KAÇ SINIF KÜÇÜK... DURDUM, KENDİ KENDİME, ‘BU ADAMA KAZIK MI ATACAĞIM?’ DEDİM. ‘YAHU, SEN BURANIN NE OLDUĞUNU BİLİYOR MUSUN?’ DEDİM.”
- Malik Bey ne kadar para kaybettiniz gazetecilikte?
Çok... Servetim gitti işte canım... Gazete de gitti elimden ya...
- 3 milyon liraya satın almıştınız değil mi gazeteyi?
Evet... Galatasaray başkanı vardı, bir gün geldi bana, “Malik gazeteyi satıyormuşsun” dedi. “Evet” dedim... “Kaç para?” diye sordu, “3 milyon lira istiyorum” diye cevap verdim, batmış gazete zaten. Galatasaray’da benden bir kaç sınıf küçük. Durdum, kendi kendime, “Bu adama kazık mı atacağım?” “Yahu, sen buranın ne olduğunu biliyor musun?” dedim. “Nasıl yani?” diye şaşırdı. “Şu söyle, bu böyle...” anlattım durumları... “Teşekkür ederim” dedi, vazgeçti gitti haha hahaha...
- Kendinize zarar vermişsiniz ama...
Evet, evet... Maalesef!.. Zaten sonra Gazeteciler Sendikası gazeteyi aldı. Gazetecilere borcum vardı, gazeteyi onlara devrettim. Sendika yapamadı, başkasına sattı filan, gazete gitti...
- Sizin iyi bir hayvan sever olduğunuzu biliyorum, Evinizde de üç ayaklı bir kediye baktığınızı görüyorum. Bu hayvan sevgisini kimden aldınız?
Hiç kimseden, ne annemden, ne babamdan. Kendiliğinden gelişti. Efendim, benim hayatım boyunca 5 köpeğim oldu baktığım. Hepsi çok güzel hayvanlardı, yurt dışından getirdiklerim oldu...
- En son bir Kurt köpeğiniz varmış ve hayata veda etmiş, çok üzüldüğünüzü duydum.
Çok güzel, asil bir köpekti. Size fotoğrafını göstereyim. Şunun güzelliğini gördünüz mü, böyle köpek gördünüz mü hiç?
- Harika bir köpekmiş gerçektende...
Çok akıllı ve çok güçlü bir hayvandı.
- Maşallah Malik Bey bu kadar seneyi geride bıraktınız, 96 yaşındasınız ve sizi çok iyi gördüm. Sağlığınızı neye borçlusunuz?
Onu bende bilmiyorum...
- Özel bir beslenme programınız, yaptığınız bir diyet var mı?
Az yemek yerim. Fazla yemek yemem. İçkim yok.
- Sigara?
Sigara var. Puro içiyordum ama içime çekmedim. Hala içiyorum puro. Günde bir tane ince bir puro içiyorum.
- Peki, son olarak bir cümleyle hayatınızı özetleyin, desem, nasıl cevap verirsiniz?
96 yaşın blançosu: Adalet Partisi’nden İstanbul bağımsız üçüncü aday, Halk Partisi’nden bağımsız Devlet Bakanı, Gazete Sahipleri Sendikası Başkanı, Basın İlan Kurumu başkanı, Basın Şeref Divanı azası, Armatörler birliği Dış Seferler Başkanı, Kalamış Yelken Kulubü ve Moda Deniz Kulübü başkanlığı...