BUGÜN TOPRAĞA VERDİĞİMİZ GERÇEK BODRUMLU ŞERİF KOCADON: BODRUM YOKLAR YERİYDİ!

BODRUM BELEDİYE BAŞKANI MEHMET KOCADON'UN BABASI BEKİR ŞERİF KOCADON 85 YAŞINDA HAYATINI KAYBETTİ VE BUGÜN UĞURLANDI. GERÇEK BODRUMLU KOCADON, HAYATTAYKEN VERDİĞİ BİR RÖPORTAJDA BODRUM'U ANLATMIŞTI...

ESKİ BODRUM’U, 85 YAŞINDA HAYATA GÖZLERİNİ YUMAN GERÇEK BODRUMLU'DAN DİNLEYİN!

 

KEYİFLİ YERDİR BURASI, AMA SEN DE BİLECEKSİN ANIN KEYFİNİ ÇIKARTMAYI!

 

Ortakent’li gerçek bir beyefendi… Nüfus kayıtlarına göre 1932, gerçekte 1930 İstanköy doğumlu. Galatasaray Lisesinin ilk mezunlarından, Cumhuriyetin ilk kabinesinde Dahiliye Vekili olan Şükrü Kaya ile anne tarafından kardeş çocukları…

 

Yeşil gözleri, sert ifadeli kaşlarının altından çakmak çakmak, birazda çapkınca bakıyor… Oturduğumuz yerden yemek yemeğe geçerken misafirlerine kadın-erkek bakmaksızın yol veriyor. Ben bir ara izin isteyip, masadan ayrıldığımda ve masaya döndüğümde ayağa kalkıyor…

 

RUMCA, İTALYANCA, FRANSIZCA KONUŞURUM

 

Artık unuttuğumuz bir centilmen var karşımızda. Ortakent’te çocukluğunun geçtiği her köşede konuşarak geçiyor saatler… Biraz da rakı ve balıkla…

 

“Babam Bodrumlu. Rüştiye mezunu, yani şimdiki ortaokul… Bodrum’da okumuş, sıhhiye çavuşuydu. Annem İstanköy doğumlu. Annem Osmanlı tebasından… O zamanlar rüştiyeyi, yani ortaokulu bitirmiş… Adı Beyza… Soyadı Dervişoğlu.

 

Oğlum Mahmut kızına koydu annemin adını. 3 yaşına kadar İstanköy’de okudum. İtalyan mektebine gittim. Oradan da mezun oldum. İtalyancam, Rumcam ve Fransızcam iyidir. Evde Türkçe, yolda Rumca, okulda İtalyanca konuşurduk… Ama Rumcam Atina şivesiyledir, güzel konuşurum… Hani bizde de derler ya, İstanbul şivesiyle konuşuyor diye…

 

ADALAR BİZDEN NASIL GİTTİ!

 

Sonra 2. Dünya Savaşında İstanköy’e Almanlar gelince Türk okulu açıldı. Türk okuluna 4. sınıftan girdim, 2 sene de orada okudum… Diploma verdiler. Adalar hep Osmanlı’daymış. 1922’deki savaşta İtalyanlara verilmiş.

 

2. Dünya Harbinden sonrada Yunanlılar’a verilmiş. Harp sırasında Almanlar İnönü’ye “Gelin, Adaları alın” dediler… Bunun karşılığında Stalin’de Kars-Ağrı Dağı’nı istedi. İnönü’de “Ne bir karış toprak veririm, ne de alırım” dedi. 1946’da Adalar Yunanlılar’a verildi zaten…

 

Biz dört kardeştik; 3 oğlan, bir kız… Ahmet, Ömer, Ülker ve ben… Kız kardeşim Ülker, Bodrum’un ilk turizm belgeli oteli Kaktüs’ün sahibi. Ömer (Aras) ağabeyimi biliyorsun… İstanköy’de yaşarken Ahmet ağabeyim kunduracılık yapardı.

 

ŞALVAR BÜYÜK OLMUŞ ‘KOCADON’ DEMİŞLER!

 

Almanların İstanköy’ü işgal ettiği yıllarda Germe’ye doğru yürüyormuş. Bir şey görmüş yolda, merak etmiş, belki de onu oyuncak sanmış… Meğerse bombaymış. Eline alır almaz orada ölüyor tabi. Bulduğumda sırt üstü yatıyordu.

 

Öldüğünde 15-16 yaşlarındaydı. Kaldık 3 kardeş… 1946 yılında annem ölünce Bodrum’a geldik babamla. İstanköy’de Türk okulundan aldığım diplomayı saymadılar burada. İtalyan okulundan olanı saydılar… Evlerin avluları olurdu… Avluya dut ağacı dikilir, koza tutulurdu. Evin damına serilir, kurutulurdu kozalar. Sonra da yatak çarşafı, perde gibi şeyler yapılırdı.

 

Köyün ileri gelenlerinden olan dedem, Ömer Ağaoğlu, ilk kez dokunan ipekleri kumaş halinde kullanmış, kendine bir şalvar diktirmiş. Ama şalvar biraz büyük olmuş bedenine. Bunu görenler; “Ağamız kocadonla geliyor” demişler.

 

Bu lakapla anılmışız yıllarca. Sonra soyadı kanunu çıkınca; babamla amcam, bu lakaptan vazgeçmemişler, soyadlarını Kocadon olarak almışlar. Sonra o yıllarda bir yere mi gideceksin, keçi, koyun hep bir arada seyahat ederdik.

 

BODRUM’DAN MİLAS’A 7 SAATTE GİDİLİRDİ!

 

Bodrum – Milas arası 6,5 – 7 saat. İzmir’e gitmek için de Aydın Ekspresi’ne yetişmek lazım. Karadeniz yapısı çektirme dediğimiz tekneler vardı o zamanlar. Develerle mandalinleri sahile getirir, sandala yüklerdik. Oradan da tekneye yüklenirdi sandıklarla. Yol filan yok tabi. Taşlarla bir hayvan geçebilecek kadar yol açılırdı.

 

965’den sonra yollar açıldı da, karadan da göndermeye başladık mandalinleri. Şu yanımızdaki bina var ya… İncir ve palamut depolanırdı oralara. Bunlar kösele için kullanılırdı. İncirler dizilir, ebatları 30’a 40 (cm) olan torbalarla ambalajlanırdı. Kokmasın diye incirleri tuzlu suya, yani denize batırırlardı. Sonra o deniz tuzu incirin suyuyla şeker olurdu. Şu karşımızdaki Çelebi adası var ya… Biz gençken oraya yüzerek giderdik. Şaşırma hiç, Bitez’deki İnce Burun’a da yüzerek giderdik.

 

Şimdi otelin içinde kalan kuyunun suyu sodalıydı. Sonra Kara Günay geldi, derinleştireyim kuyuyu derken deniz suyuyla karıştı, sodalı suda tarihe karıştı.

 

Saray Sokak’tan iskeleye giderken şimdiki Bodrum Cafe’nin olduğu yerde Fahri Şakar’ın kahvesi vardı. Yolda bir veya 2 kişiyi zor görürdün… 50’li yıllarda Saray sokağın başında bir çeşme vardı. Ahmet Ertegün’ün evinin hemen bitişiğinde. Rahmetli babam orada duş alırdı.

 

DEDEMİN EVİNİ FRANSIZ BOMBASI YIKMIŞ!

 

Şimdiki Hadigari’nin olduğu yerde jenaratör olduğu için fabrika derdik oraya. Şimdi Kocadon Restoran var ya… Bizim evimizdi orası. Çocukluğum hep orada geçti, benim çocuklarımın da mektepleri bitene kadar orada yaşadım.

 

İşte orayı az geç, arka sokakta otopark olarak kullanılan bir yer var, içinde yıkık bir ev hani. Marina’nın arkası gibi… Orası dedemindi. Dedem uğraşmış, didinmiş, kocaman yapmış evi, saray gibi. Ama 1 ay bile oturamamış. 1. Dünya Harbi yıllarında, galiba Fransız donanmasının attığı bir bombayla yıkılmış. Bir daha da ellememişler…

 

Babaannem sofadaki halıdan kalan bir parçayı yıllarca saklamıştı. Bir de hikâye anlatıvereyim sana, Mahmut’a sor bilir, Toplu Hüseyin derler, biri vardır Bodrum’da… İşte o yıllarda toplar atılırken doğdu diye adını Toplu Hüseyin koyuvermişler.

 

TAKIMDA EN UZUN TACI BEN ATARDIM

 

Saat 12 ile 15 arası belediye anons yapardı, bütün iş yerleri kapatılırdı. O saatlerde dışarıda dolaşan, it-uğursuz olur derlerdi. Biz hep İstanköy’ü örnek aldık turizmde. Bodrum’da pansiyonculuk ile başladı bu işler. Sonra teknecilik geldi.

 

Osmanlı tersanesinin orada tekne yapılırdı. Birde şimdi katamaranın durduğu yerde Nihat usta vardı; tirhandil yapardı. Caminin oradan denize atıldı o kayıklar. Çolak Erol ve daha niceler hep onun yanında yetiştiler… Çok iyi ustaydı. Ben ortaokulu Aydın’da okudum. Liseye başlarken futbolla tanıştım…

 

Gençliğimde uzun yıllar futbol oynadım. Beni oralarda kime sorsan tanırlar. En uzun tacı ben atardım. Hem sağ, hem de sol ayağımı kullanabildiğim için santrhaf oynardım. Forma numaram beşti… Libero yani.

 

Bir gün Aydınspor Atina’ya gidecek, izinler alınıyor… Vali kızmış, “Şerif’se bir daha gelmeyin, tamamdır” demiş. Ömer (Aras) ağabeyim askerliğini yaparken 1 sene onunla birlikte Çanakkale’de oturdum. Sonra ağabeyim İstanbul Yüksek Ticaret Okuluna gidince bende onunla İstanbul’a yerleştim. Orada 4-5 yıl çalıştım. İzzet Ünver vardı, şimdiki Divan Otelinin hemen arkasında Magirus otobüs ve kamyon fabrikası vardı. 4-5 yıl orada muhasebecilik yaptım.

 

BABASI “ŞERİF’E VERECEĞİM SENİ” DEMİŞ

 

Sonra benim askerlik zamanım geldi. Önce Polatlı’da 6 ay topçu alayında askerlik yaptım. Selam vermeyi bilmiyorum diye 40 gün banyo izni vermemişlerdi. Sonra Genel Kurmay Harp Dairesinde tercümanlık yaptım. Ben askerken tütün yapardık buralarda.

 

Askere gitmeden de evlendim. Fatma’nın babaannesiyle benim dedem kardeştiler… Babamın bahçesinde su yapar, oradan hemen Fatma’ların evine giderdim. Eğersiz, semersiz bir atım vardı. Pek havalıydım… Gencim, yakışıklıyım… Fatma da güzeldi hani… Sonra onu çok isteyen oldu, ama babası “Şerif’e vereceğim seni” demiş.

 

1959 da evlendik, 1961’in ikinci ayında da düğün yaptık. Fatma’nın babası ölmüştü, o yüzden düğünü kendi aramızda yapıverdik… Bizim üç çocuğumuz da Ortakent’te doğdu. Dayımın oğlu vardır, Muhittin… Yine bir gün bahçeden döndük, geldik… “bir badem ağacından 2 yük badem aldık” diye keyifle anlatıyoruz.

 

BODRUM ESKİDEN YOKLAR YERİYDİ, ŞİMDİ...

 

Fatma’nın babası şöyle bir baktı bize, “İstanköy’den de hiç yalancı çıkmaz, bir sen çıkmışın demek” dedi. İnanmadılar o kadar badem aldığımıza bir ağaçtan ama inan doğruydu…

 

Bodrum eskiden yoklar yeriydi. Şimdi bak artık her şey var. Daha az yapılaşma olsa iyiydi ama… Yine de Bodrum gibisi yoktur.

 

Biz beş-altı sene kadar önce Doğu Anadolu’ya, Van’a gezmeye gittik. Bir anlatıyorlar ki sorma… Güneş burada şöyle doğar, böyle doğar… Gecenin bir yarısı kalktık, Nemrut’a çıktık… Soğuk bir yandan, battaniyelere sarılmışız… Güneşin doğuşunu seyrettikten sonra dedim ki, “Siz gelin, güneşin doğuşunu bir de Karatoprak’tan (Turgutreis) izleyin”…

 

İSKOÇ TEKNESİ ARKASINDAN MARTI BİLE GELMEZ

 

Anladım ki, onlar hiç Bodrum’da bulunmamışlar… Keyifli yerdir burası… Ama sen de bileceksin anın keyfini çıkartmayı… Ben her akşamüzeri gelirim sahile… İki kadeh rakımı içer, saat dokuz gibi de evime giderim. Fatma bekler… Hiç gecikmem… Oturur denizi seyrederim, çocuklarla muhabbet ederim…

 

Bak martılara, ahtapot yakalıyorlar. Ama öyle büyük ki ahtapotlar taşıyamıyorlar. Balık mı ayıklanıyor, bütün martılar üşüşüverirler buraya… Bak ne diyeceğim, martılarla ilgili şöyle deriz buralarda… “İskoç teknesi arkasından martı bile gelmez.” İskoçlar cimrilikleriyle meşhur ya…

 

Artık benim kalkma vaktim gelmişti. Müsaade istedim… “Dur bir dakika, sana arabamı göstereyim.” dedi. 1974 model Fiat 124. Kapının önünde, içi dışı gıcır gıcır… “Severim arabamı, iyi de bakarım. Başka araba da istemem… “Kahveye gel arada” dedi tüm sıcaklığıyla.

 

Konuşmaktan, not almaktan yiyemediğim şeftalileri, üzümleri de bir torbaya koyarak Fatma teyzeyle birlikte uğurladılar bizi… Teşekkürler Şerif Kocadon…

 

Röportajı gerçekleştiren : Ayşe Özer / 2007

YORUM YAP
YORUMLAR